Qatardan Qalan Adam
Ya Da Yeni Asrın Yalnızları
"Qatardan
Qalan Adam", eminim ki, Anar'ın - helelik - son hikayesi...
Oldukça kısa, birkaç sahifeden ibaret ancak bütün
insanlığa seslenen evrensel mesajları taşıyan bu hikaye;
usta bir yazarın ömrünün ve sanatının
zirvesindeyken kaleme aldığı çarpıcı bir metin.
Daha doğrusu bu hikaye üstadın dünyayı, içinde
bulunduğu asrı, hayatı ve insanı öz zirvesinden
seyrederek vücuda getirdiği bir eser. Eğer güneş
zirvede ise yeryüzündeki cisimlerin gölge boyu
sıfırdır, hiçbir karanlığa, gölgeye mahal
yoktur. Anar bize bu kısacık metin vasıtasıyla öyle
parlak düşünceler, öyle berrak mesajlar iletiyor ki,
yaşadığımız devri, bu devrin insanını ve
onun "varlık" içinde "yokluğunu",
"hiçliğini", "faciasını" anlama ve
anlamlandırmada hiçbir karanlık nokta ya da gölge
kalmıyor...
Büyük
yazarların "küçük" hikayeleri bile okuyuculara
çoğu kez başka bir dünyanın
kapılarını aralıyor. Yazarın özünün
yarattığı o dünyaya açtığı
kapılardan geçen okuyucu hayata ve insana başka bir
açıdan, farklı bir pencereden bakmamaya başlıyor;
daha doğrusu büyük yazarlar buna zemin hazırlıyor.
Okuduğu metin vasıtasıyla gözlerini başka bir
dünyaya açan okuyucu dünyayı, hayatı, insanı ve
öz ömrünü sorgulamaya başlıyor. Kendimize
sorduğumuz soruları cevaplamakta zorlandığımız
anlarda Anar bu hikayesiyle, içinde bulunduğumuz, idrak
ettiğimiz postmodern çağı yorumlamada önemli
ipuçları da veriyor bize.
İçinde
yaşadığımız bu devir, sanayi inkılabıyla
başladığı varsayılan "modernizmin" inşa
ettiği, hızla teknolojiye dönüşen bilginin ve
teknolojik aletlerin hüküm sürdüğü bir zaman
dilimidir. 20. yüzyılın başlarından itibaren hayatın
her alanını tasnif eden, sebep-sonuç ilişkisi
içinde tanımlayan, sınırlayan ve nihayet "standartlaştıran"
modernizm, sonraki devirlerde kendisine yöneltilen soruları
cevaplayamayınca, modern devrin bittiğini ve postmodern devrin
başladığını ilan etmiştir. Ancak Habermas'a
göre "postmodernizm" modernizmin kendi kirlettiği
leğende yıkadığı bir çocuktur.
Çünkü kendisini modernizmden bağımsız ifade
edemez, modernizmin bütün kirlerini, lekelerini üzerinde
taşır. Ancak postmodernizm, sınırlandırmalara, kesin
hükümlere, standartlaştırılmış
değerlere de isyan eden bir çocuktur!
Bu isyankar
çocuğun bize vadettikleri nedir? Modernizmin inşa ettiği
her şeyi parçalamak, dağıtmak, bölmek ve anlam
yitimine uğratmak... Modernizmin bütünleştirmeyi,
standartlaşmayı kutsamasının aksine parçalamayı,
bölmeyi kutsamak... Modernizmin oluşturduğu bütün
"büyük anlatıları" darmadağın etmek...
Böylece milleti etnik kökenlere ayırmak, dini mezheplere
bölmek, ideolojileri fraksiyonlara ayırmak... Modernizmin en temel
değerlerinden biri olan "çekirdek aileyi" de bireylere
ayırarak parçalamak, dağıtmak. Postmodern devrin toplumu
ve aileyi darmadağın ederek bize dayattığı bu
hayatın en önemli göstergeleri gittikçe
"yalnızlaşan", değerlerini,
inançlarını, kimliklerini kaybeden insanlar, kedisiyle
yaşayan kadınlar, köpeğiyle yaşayan adamlar, ait
olmadığı sosyal sınıfın hayatını
yaşamaya çalışan ve sanal dünyanın fenomenlerin
peşinden koşup facialara sürüklenen marka
bağımlısı gençler, tüketimi kutsayan ve
tüketemediğinde buhrana düşen nesiller, uluslararası
şirketler, kredi kartları, kart şifreleri ve insanları
ellerindeki telefonla küresel kapitalizmin gönüllü
sömürgesi haline getiren internettir. İnternete bağlanma
aracı ise akıllı telefonlar... İnsanın dünya ile
iletişime geçmesini, haberleşmesini sağlamanın
yanında insanın kimliğine, hafızasına, kredi
kartına, yardımcısına dönüşen bu
telefonların şarjı bittiği anda bile günümüz
insanı büyük bir karanlığa
düştüğü hissine kapılıyor. Siz bir de
telefonunu kaybeden bir insanı düşünün...
İçinde
bulunduğumuz bu dönemde insan, insan vicdanı da
parçalanmış, insan kendisine dahi yabancılaşmış,
vicdani değerler ise olabildiğince aşınmış,
hafızalardan kazanmıştır...
20. ve 21.
yüzyıla tanıklık eden ve iki asrın
kavşağında duran Anar, yaşadığı
çağı yorumlamada, çağın insanlarını
ve onların facialarını bedi surette okuyuculara
ulaştırmada ustadır. Qatardan Qalan Adam adlı hikayesinde
tam da bu devri ve bu devrin insanının faciasını
büyük bir başarıyla aks ettirmektedir.
Hikaye
özetle şöyledir: Ailesi parçalanan, karısından
boşanan zengin bir iş adamı, yeni iş
ortağının organize ettiği iş toplantılarında
tercümeci olarak görev yapan bir kadına aşık olur. Bu
kadın Tatar asıllıdır ve Macaristan'ın Eger
şehrinde yaşamaktadır. Çok zengin bir iş adamı
olan kahramanın arzusu, Amerikalı ortaklarla yeni projeler
gerçekleştirip, Amerika'ya açılmak ve daha büyük
servete sahip olmaktır.
Neden
Amerika? Anar, yukarda bahsettiğimiz dünyanın
öncüsünün ve merkezinin Amerika olduğunun
bilincindedir.
Hikaye
kahramanı İshak Salmanzade Budapeşte'deki iş
toplantısından sonra aşık olduğu kadınla
buluşmak üzere katarla Eger şehrine hareket eder. Özel bir
kompartımanda yolculuğa başlayan İshak'ın
çantasında yüzbinlerce dolar ve cüzdanında
sınırsız limitli kredi kartları vardır. Ancak sigara
tiryakisi olan kahraman, yanına sigara almayı unutmuştur. Qatar
uçqar, küçük bir kasabada durduğunda, İshak
istasyondaki büfede sigara satıldığını
görür ve telaşla kompartımandan çıkar.
Macaristan'da sigara fiyatını öğrendiği için
yanına sadece sigara parası alır. Ancak sigarayı
aldıktan sonra qatarın hareket ettiğini fark eder. Son bir gayretle
qatara yetişmek için koşar ancak ayağı
sürçer, tökezler ve yere yığılır.
Çaresiz halde qatarın son vagonunun da gözlerinin
önünden hızla akıp gittiğini görür.
Cüzdanı, telefonu ve bütün parası, artık yolcusu
dahi olmayan bir kompartımanda Eger şehrine doğru gitmektedir.
İshak ise bir paket sigara ile bu küçük istasyonda
yapayalnız kalmıştır. Üstelik beş parasız,
kimliksiz en önemlisi de telefonsuzdur. Elinde sadece telefonu olsa bu
müşkülden kurtulabilecektir. Koşup istasyondaki bilgi
ekranına bakar. Eger'e giden ilk qatar, ertesi gün sabah 07'de,
Budapeşte'ye giden ilk qatar ise ertesi gün öğle
vaktindedir. Milyonlarca doların sahibi, meşhur bir iş
adamı olan İshak, Macaristan'ın uçqar bir
kasabasında adeta yok olmuş, "hiç"liğe
dönüşmüştür. Bu dünyada onun fiziki
varlığının, bankalardaki servetinin bir anlamı
kalmamıştır. Telefonu olmadığı için
hafızası da sıfırlanmıştır. Ezber
bildiği tek telefon numarası Bakü'deki evinin telefonudur ancak
telefon edecek parası yoktur. Telefon etse bile o evdeki ahizeyi
kaldıracak biri de yoktur. İleri derecede şeker hastası
olan İshak Rusça ve Türkçeden başka dil de
bilmemektedir. Sıkışır, tuvalet ihtiyacını
karşılamak ister ancak tuvalet ücretlidir! Kapıdaki
görevli para vermeden tuvalete girmesine izin vermez. Son çare,
görevliyi iteleyerek içeri girer ama çıkışta
karşısında polisi bulur, polis onun ellerini kelepçeleyip
nezarete atar. Hakkındaki karar ertesi gün verilecektir. Polise,
şeker hastası olduğunu işaret diliyle anlatsa da polis
kurallardan taviz vermez. İshak ertesi gün sabahleyin, nezarethanede
ölü bulunur. Açlıktan şeker komasına
girmiş ve ölmüştür. Adli tıp uzmanları onun
ölüm nedenini tespit etseler de cesedin kimliğini aşikar
edemezler. Ceset sünnetli olduğu için Yahudi ya da
Müslüman olduğuna karar verirler. Kasabada Müslüman
mezarlığı olmadığı için onu Yahudi
mezarlığına getirirler. Ancak Yahudi görevliler onun
Yahudiliğini tasdik eden başka bir belge olmadığı
için onun cenazesini kabul etmezler, Yahudi mezarlığına
gömülmesine izin vermezler. Nihayet İshak'ın cesedi
fırında yakılır ve külleri göğe savrulur...
Anar bu
kısa hikayesiyle bize şu sarsıcı mesajları verir:
Vahşi kapitalizmin hüküm sürdüğü
içinde yaşadığımız bu çağda bir
insanın kredi kartı, parası ya da her ikisinin yerine
geçen ve hayatın her alanını kontrol eden
akıllı telefonu yoksa o bir "hiç"tir!
"Yok" hükmündedir ve hiçbir değeri yoktur!
Aileden uzaklaşan, parçalanan, yalnızlaşan ve internet ağlarına
bağlı yaşayan ve böylece kimliğini kaybeden,
kimliksizleştirilen bir insan, öldüğünde bile
büyük bir faciayla karşı karşıya gelir. Onun
defnedileceği bir mezar da yoktur. Bir insanı var eden asıl
şey "kimlik"tir. Bir insana hüviyet kazandıran
şey bir aileye, bir millete mensup olmaktır, insan ancak o zaman bir
şahsiyet kazanabilir, varlığı anlamlı hale gelebilir.
Anar'ın
bu hikayesinin derin katlarında başka mesajlar da gizlidir:
İnsan her zaman nefsiyle mücadele halindedir. Sufilere göre
insan-ı kamil olmak için nefse hükmetmek gerekir. Nefsinin
esiri olan insanın faciavi son ile karşılaşması
kaçınılmazdır. Anar'ın kahramanı İshak
nefsine mağlup olarak sigara almak için qatardan iner, ancak bu
onun felakete sürüklenmesine sebep olur.
Anar bu
hikayesiyle nihayetinde insanlara şu evrensel çağrıyla
sesleniyor: Ne kadar imkan sahibi, zengin olursanız olun; ölüm
karşısında acizsiniz. Öyle bir an gelir ki, milyonlarca
dolarınız olsa da tuvalet ihtiyacını giderecek parayı
dahi bulamaz ve sefil bir halde ölümün pençesinde can
verebilirsiniz. Özünüzü yitirirseniz, sizin kim
olduğunuz, hangi dine, hangi millete mensup olduğunuz dahi
aşikar edilemez, gömülecek bir mezarınız dahi olmaz,
külünüz göğe savrulur.
Bu
hikayenin son cümlesini okuyup hikayeyi bitirdikten sonra Anar, sanki bir
hakikati de fısıldıyor okuyucunun kulağına:
"Ölüm adildir, aynı haşmetle vurur şahı da
gedayı da..."
Anar'ın
bu eseri, çağdaş devrin zenginleşen,
zenginleştikçe parçalanan, yalnızlaşan, kimlik
buhranına kapılan insanının hikayesidir. Yüzlerce eser
vermiş 87 yaşındaki Anar'ın bu çağı da
derinden kavrayarak yepyeni hikayeler kaleme alması, onun edebiyata ve
sanata olan bağlılığının ve içinde
bulunduğu çağı kavrama ve bu çağın
insanının faciasını gösterme gayretinden kaynaklanmaktadır.
Üstadın daha nice eserler vermesini diliyor, ona uzun
ömürler arzuluyorum.
İmdat
AVŞAR
Ədəbiyyat
qəzeti.- 2025.- 31 oktyabr, №40.- S.4.